Yine Dağlıca, Yine Dağ Yürekliler Ve Yine Hüzün!

Şimdi biz ne söyleyebiliriz, alfabenin hangi kelimelerini yanyana getiririz de duygulara tercüman olabilecek cümleleri kurabiliriz ya da ateş düşmüş yüreklerin hangisine su dökebiliriz, onulmaz yaralar içinde olan şehit ailelerinin hangisinin bu büyük derdine derman olabiliriz? 

Dürüst olmak gerekirse, hiçbir şey yapamayız! Çünkü ateş düştüğü yeri yakıyor, hele bu ateş evlat acısı ise o şehit aileleri ki, toprağa girinceye kadar yüreklerinde yer edinmiş nar ateşi ile öylece ve sessizce yaşamaya mecbur kalacaklar.. Bazen söner gibi olacak ama asla yok olmayacak, sönmeyecek o nar ateşi! Yüreklerinin en derinlerinde dinmeyen bir sızı olarak kalırken ve köz misali için için yanmaya devam ederken; bu acıya tanık olmamış bizler onları hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağız..

Bol bol dua edebiliriz, etmek de mecburiyetindeyiz, şayet ahirette hissemize cennet bahçelerinde bir köşe düşmesini istiyorsak? Zira yüceler yücesi Allah şehitlerin peygamberlerden sonraki mertebede ve her birinin şefaat etme hakkına sahip olduğunu açıkça buyuruyor. Böylesine büyük ehemmiyet gösterilen yüksek mertebeye erişmek Müslümanın en büyük hayalidir. Ne mutlu şehadet şerbetini içenlere ve ne mutlu onların şefaatine nail olanlara! En halisane bir duygu yoğunluğu içerisinde niyaz ediyorum ki, Allah onlardan ve muhterem ailelerinden gani gani razı olsun, rahmetini esirgemesin!

İmdi gelelim bu bitmek bilmeyen, bitebileceğine de ihtimal verilmeyen acılar silsilesinin perde arkasındaki siyasi, içtimai ve iktisadi yönlerine. Herşeyden evvel Türk Milleti kafasında yer edinmiş büyük bir soruyu önce kendine, sonra ise Devlet erkanına net olarak sormaktadır. Bu soru terör örgütünün nasıl bir illet olduğuna ve yirmi dokuz yıldır nasıl önüne geçilemediğine yöneliktir. Haklıdır da!

Türkiye olarak sen çıkıp dünya sahnesinde ben kökleri şanlı maziye dayanan büyük bir devletim, benim silahlı kuvvetlerim dünyanın en iyi, en seçkin orduları arasında başı çekiyor, benim ekonomim dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasında gibi buna benzer büyüklük ifadeleriyle dünyaya haykırışlarda bulunacaksın ve sonra beş bin yahut on bin civarında hayvandan müteşekkil bir dağ sürüsüne karşı yaklaşık otuz yıldır verdiğin mücadelede başarılı olamayacaksın? Burada çok büyük bir çelişki, çok büyük bir yalan ve çok büyük bir ihanet sözkonudur!

Bu büyük çelişkinin, yalan ve ihanetin başlıca merkezi siyaset kurumudur! Çünkü siyaset kurumu anayasada belirtilen kanunlar kapsamında Devlet'in ana omurgasını oluşturan, kısa ve uzun vadede işleyişine büyük ölçüde yön veren bir kurumdur. Dolayısıyla sorumluluğu ağır olduğundan yine anayasamızda kendilerince çıkarılan kanunlar sayesinde dünya genelinde benzerine zor rastlanacak türden büyük bir sefa içindedirler. Peki benzerine az rastlanan sefalarının karşılığında ne yapmışlardır? Vurdumduymazlık, basiretsizlik, şuursuzluk, korkaklık, yalan ve riya geçmişte yaptıkları halihazırda yapmaya da devam ettikleri başlıca davranışlardır.

Örneğin 1980'li yılların henüz başlarında büyük bir teveccüh ile iktidara gelerek sözüm ona Türkiye'ye sıçrama yaptırmış Turgut Özal, PKK itlerini "üç-beş eşkiya" olarak tanımlamış, yine büyük Devlet adamı (!) Süleyman Demirel 1990'ların başında, PKK itlerini "ciddiye alınmayacak varlıklar" olarak görmüştü. Aynı şekilde hırsızlığı yüce mahkemelere dava konusu olmuş Mesut Yılmaz'da, "ne yani koca Türkiye PKK'yı muhatap mı alacak" türünden saçma sapan bir açıklama yapmıştı. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Çünkü siyaset kurumunun kirli yüzleri bu ve benzeri sözleri hiç sıkılmadan, utanmadan defalarca sarfettiler.

Oysa basiret sahibi, muhakeme yeteneği üst seviyede olan, büyük Devlet olmanın şuurunu idrak etmiş, aldığı her nefeste ve attığı her imzada Allah korkusunu aklından çıkarmayan siyasetçiler bu ülkeyi idare etmiş olsa idi, PKK terör örgütünün kökü çoktan kazınırdı.

Ayrıca PKK ile netice alamadığımız yıllar süren mücadelenin ekonomik faturasına bakacak olursak durum tam bir faciadır. Dört milyar dolarlık borç yüzünden iflasın eşiğine gelen Yunanistan'ı düşünecek olursak, milyarlarca dolar bütçenin bu uğurda heba edilmiş olması gelişmekte olan bir ülke için yürek yakan bir hadisedir. Halbuki bu bütçeler ile Türkiye'de gerek ilim, gerek sanayi, gerekse de teknoloji sahasında ne devasa yatırımlar yapılabilirdi kim bilir?

Sosyal açıdan bakıldığında ise toplum genelinde bir şiddet sarmalına doğru içten içe yol alındığına şahit olmaktayız. Şayet önlem alınamazsa bu süreç beraberinde ayrışmayı, kamplaşmayı getirir ki, işte o zaman sokaklar bir anda kan gölüne dönebilir ve bunun önüne geçilmesi mümkün kılınmayabilir. Bu çatışma ortamları ise yakın siyasi tarihimize bakıldığında Türkiye'nin nasıl gerilemesine sebep olduğu yaşı bir hayli ilerlemiş ülke insanımızın hafızalarında tüm canlılığıyla tazeliğini korumaktadır. Bu yalanlar dolayısıyla Millet Devlet'e olan güvenini yitirirse, işte o zaman vahametin boyutlarını tasavvur etmemiz çok zor olur.

Çağdaş ülkelerde sosyal devlet anlayışının önemi büyüktür. Zira yaşamın ve dünyanın merkezinde insan vardır. Dolayısıyla insanın yaşam ve hürriyet hakkı tartışılmayacak bir boyuttadır. Buradan hareketle PKK unsuruna karşı can veren şehitlerimiz nihayetinde bir insandır ve henüz gencecik yaşlarında yaşam hakları ellerinden acımasızca alınmaktadır. Demek ki burada çok ciddi bir sorun var. Ancak gel gör ki bu büyük ve ciddi sorunu terör yerine "Kürt sorunu" olarak tanımlayan ve ülke insanına öyle algılatmaya çalışan mevcut siyasi iktidar, sosyal devlet anlayışına darbe vurmakla beraber, şehitlerimizin mes'ulü durumundadır.

2005 yılında Diyarbakır'da "evet bu ülkede Kürt sorunu vardır, çözmek mecburiyetindeyiz" diyerek Başbakan Tayyip Erdoğan, hem etnisitenin önünü açmış, hem hedef saptırması yapmış, hem de PKK'nın siyasi yapılanmasına tebessüm içinde göz kırpmıştır. Akabinde toplanan çalıştaylar ve sonuç bildirgeleri ile Türkiye'de PKK'lılar ayakları üzerine doğrulmuş, cesaret kazanmış, palazlanarak "özerklik" istiyoruz diyebilecek kadar ileri boyuta gelmişler, "Habur rezaleti" ve kurulan "çadır mahkemeleri" ile ihanet kusmada tavan yapmışlardır. Terör örgütünün eylem planlarında değişikliklere gidilerek şehir merkezlerinde -başta İstanbul olmak üzere- özellikle sivillere yönelik can kayıplarıyla neticelenen büyük saldırılar düzenlenmiştir.

Bütün bu yaşananlar şüphesiz kendiliğinden olmamıştır. İhanet edenler vardır, birde hem ihanet, hem de gaflet içinde olanlar vardır. Hükümet terör konusunda göreve geldiği 2002 yılından itibaren sınıfta kalmıştır. Ne 4 Temmuz 2003 çuval krizi ve beraberinde Barzani'nin zehir zemberek sözleri, ne 2007 Dağlıca, 2008 Aktütün baskınları ne de son on yıllık sürede verilen şehit sayısı unutulmamıştır! Hele bölücübaşına sağlanan imtiyazlar, ev hapsi önerileri ve BDP'li soysuzların her birinin üstelikte Meclis kürsüsünde efelik taslayan ifadeleri asla unutulmamıştır.

Bu konunun birde yalan ve riya kısımı var ki, işte burası aziz milletimizin daha da öfkelenmesine neden olmaktadır. Ağızlarda bir söz yaklaşık otuz yıldır pelesenk olmuş: "artık bıçak kemiğe dayandı"

Bu nasıl bir kemiktir ki bir türlü kırılmıyor, bu nasıl bir yemindir ki bir türlü yerine getirilmiyor ve bu nasıl bir yalandır ki Turgut Özal'dan, Tayyip Erdoğan'a kadar bir çok Devlet adamı tarafından zikredilmesine rağmen kimsenin yüzü kızarmıyor?

Başbakan Yardımcısı ve senelerin deneyimli politikacısı (!) Bülent Arınç'ın son Dağlıca baskınına binaen "PKK'lar çok kalabalık ve silahlarıyla gelmişler" şeklinde zeka testine tabi tutulmayı gerektirecek türden bir açıklama yapması ise oldukça manidar. Yani sormak gerekir sayın Arınç'a; 'yaklaşık otuz yıldır askerimizi, polisimizi, öğretmenimizi, sivilleri öldüren, yüzlerce köye baskın düzenleyen PKK'lar, Dağlıca Karakoluna ellerinde Boks eldivenleri ile yahut marangozlardan aşırdıkları tahta sopalarla mı geleceklerdi?"

Bu hususta çözüm ve uygulanacak metod bellidir. İhanete koşmakta olanlara, kutsal sayılan Vatan topraklarına göz koyanlara karşı Hukuk, Demokrasi, barış ve nane limon açıklamalar ile yaklaşılmaz! Şayet yaklaşılırsa palazlanıp tepemize çıkılır ve manzara geldiğimiz nokta olur.

"Kılıç kınından çıkmadıkça it sürüsü dağılmaz!" sözüyle ecdat Sultan II. Mahmud Han'a kulak verilmeli ve vakit kaybedilmeksizin sınır ötesi operasyon yapılmalıdır. PKK'nın dağ kadrosu çökertilerek eğitim kampları yerle bir edilmeli, Kandil haritadan silinmelidir! Amerika başta olmak üzere Barzani ve Talabani sert bir şekilde uyarılmalıdır. Sınır kapıları çok iyi kontrol altına alınarak PKK lehine kaçakçılığın, uyuşturucu trafiğinin ve her türlü kara paranın önüne geçilmelidir. Avrupa'dan sağlanan lojistik desteğin sonu getirilmeli, yabancı bankalardan para transferleri kesilmelidir. Uluslararası kamuoyuna bu hususta kararlılığımız net olarak gösterilmeli, basın ve yayın organları ile kitle iletişim araçları Türkiye tarafından tamamen kontrol altına alınmalıdır. Yargı ivedi bir şekilde BDP ve KCK'lılarla ilgili elindeki tüm delilleri mahkemeye taşımalı ve en ağır cezalar verilmelidir. Savunma sanayisinde büyük hamleler atılmalı, sınır birlikleri özellikle de karakollar korunaklı hale getirilmeli ve bir an evvel tam donanımlı bordo berelilerin terörün yuva yaptığı yerlere sevki sağlanmalıdır.

Aksi taktirde zillet ve iki büklüm içinde terörlü yıllar maalesef bizi yine beklemektedir!..

Rahmet şehitlerimizin üstüne yağmur olsun ve yağsın!
{ "vars": { "account": "G-9Y3VVX61MK" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }